8 Haziran 2010 Salı

acaba diyorum

Müdürüm dedim. Çalabilir miyim bir yaprak?


Oradaki en küçük olan saksıyı al işte dedi. Hatta bu saksıları senin oraya mı taşısak dedi. Yok dedim. Dışarıdan bakınca güzel görünüyor camda. Kalsın burada.

Pencere kenarında iki saksı görmek yetiyor benim işimden gücümden memnun olmama, hayatımdan memnun olmama, memnundan öte gelecek günleri düşününce mutlu mesut hayaller kurmama… Eğer değiştirilmesi gereken bir anlayış varsa, devlet dairelerinin pencerelerine çiçek saksıları koyarak başlanabilir işe. Çiçek sulayarak gelişmez mi beyinler? Memuriyet griliğini bir dal çiçek yeşiliyle değiştirince gülümsemez mi insan?

2 Haziran 2010 Çarşamba

Sek sek

Sabah yolda gelirken Gorillaz'ın son şarkısını dinledim arabada seve seve. Şimdi de işyerinde, masamda oturmuş gayet ağır bir konuda çeviri yaparken Melahat Gülses dinliyorum. Bunu da seve seve.

Kişiliksizlik ile renkli kişilik arasındaki o incecik çizginin üzerinde sek sek mi oynuyorum?

1 Haziran 2010 Salı

soğuk çarşaf

Çok güzel bir mektup yazdım mesela Yasemine. Çekmeceye koydum. Güya bugün zarf alacaktım. Unuttum. Zarf almayı ve sonrasında da göndermeyi hatırlayana kadar yazar dururum diye kendimi avuttum.


Ojelerimi yedim. Gerginlikten değil de sıkıntıdan. Bir saat uyuyabildim dün gece sadece. O yüzden gözlerimi zor açık tutuyorum bugün. Sonra bir baktım arada ojelerimi yemişim.

Tek istediğim yumuşak bir yastık, soğuk bir çarşaf ve uyku arasında ayaklarımın yerini her değiştirişimde buz gibi yerler bulmak.

Öğlen yemekte hem işyerinden arkadaşlarım vardı hem de kadim bir dostum. Amma geçmiş biriktirmişiz yahu. Bozdurmaya kıyamam...

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Salomanje

“Kendine ait bir oda” lazım sanıyordum kelimelerin tazyikli tahliyesi için. Meğer içimdeki odalardan salon- salomanke bir dünya kurmuşum. Kendime ait bir dünya. Vizeli girişli.
İstediğime bey’li bayan’lı hitaplar, istediğime canım cicimler.
İstediğime kelam istediğime selam…
İstediğimi kilitli muafaza ederim yangında benden önce kurtarılacak dolaplarda, istediğimi saldım balta girmez çayırlara, kimini de bayır aşağı mevlam kayıra.
İstediğimle kilometrelerce molasız yolculuklarda istediğimle sadece dinlenme tesisi yorgunluğuunda soğumuş çaylarda…
İstediğimle asırlardır yaşayan klasik romanların lezzetli paragraf başlarında, istediğimle modern edebiyatın anlaşılmaz şiirsellikte satır aralarında.
İstediğimle kataraktlı objektif ayarında istediğimle çıplak gözle seyredilen yaz gecesinin pamuksu samanyollarında…
İstediğimle reklam sloganlarının üçbeş kuruşluk atışlarında istediğimle seyirlik festival koltuklarının sıra başlarında…


İstediğimle istekle.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

uçurtma

2. günüm başka bir şehirde. Otelin ses geçirmez camlarının dışında deniz kıyıyı pata küte dövüyor, insanlar neşeyle dondurma falan yiyor. İçeride ise önemli insanlar önemli konuları konuşuyor önemli jest ve mimikler eşliğinde. İki kare arasında mekik dokuyan ve çoğunlukla da sabit kalıp gözlem yapan ben keyfimi sürüyorum. Ara sıra çocuklarımın sesini duyuyor gibi oluyorum. Sahilde top oynuyorlar gibi sanki. Bazen kafamı henüz takma bir isim bulamadığım kocamın omzuna yaslıyor gibi kendi omzuma doğru eğiyorum özlemle. Kem göz varsa etrafta bileğimdeki nazar boncuklu bilekle oynuyorum. Fırsat bulduğumda arkadaşlarımı arıyorum, sohbet ediyorum. Hatta ilk gün en sevdiğim samimi arkadaşlarımdan biriyle buluştum, şehri fethettim. Fo

yazı burada bitiyor. çünkü tam fo yazdıktan sonra biri bana seslendi yardım lazım diye. sonra program devam etti. çeviriler, gidelim'ler. arkasına ankara'ya dönüş. eve geliş. saatlerce uyuma. adaptasyon günü. 3 gün 3 gece geçti üzerinden yazının. gökte uçarken tele takılan uçurtmaya döndü. sallanıp duruyordu  boşlukta.

artık evdeyim. yarın rutine dönüş 1.

21 Mayıs 2010 Cuma

Kaldırımlar

Yine yolculuk var. Pazartesi gidiyorum. Bu sefer Güney. Cuma’ya kadar…

Gidince beni en çok “Anne, sen orada nerede uyuyorsun?” sorusu yakıyor. İş sebebiyle gittiğimi biliyor çocuklar. Ama bu uyku meselesini çözemiyorlar. İşe gittiysem neden uyuyorum, nasıl uyuyorum, uyuyor muyum?

Fotoğraf bir önceki Fransa görevinde çekilmiş, elime yeni geçti. Üniversite’nin önündeki kaldırım. Ben muhtemelen içimden “Bizim çocuklar da buraya gelir mi acaba? Gelirlerse nasıl olur? Vs.vs.vs.” bir sürü soru geçiyorum. Bir taraftan da beni her daim büyüleyen kaldırımları izliyorum, hafızaya kaydediyorum. Kaldırımlar ilk göstergesidir benim için medeniyetin. Medeniyetten anladığım gelişmişlikten ziyade insana yakışır yaşama. Herşeyden önce kaldırımların insana yakışır olması lazım sanırım. En geniş kucağı sanki onlar açıyor insanlara…

18 Mayıs 2010 Salı

Tam da

Tam da böyleyim işte. Tam da böyle. Renk, yaprak, duruş... tam da böyle. Bugün.
Hayırdır diyeyim.
Ne diyeyim bilemedim...
Kimyamı çözmekten başka hedefim yok kendim için.
Onu da ıskalarım ya olsun:)